Göklerin ve yeryüzünün altı günde yaratılması



Author: IWW Institut - min read. - Post Date: 18/04/2024
0

.      Ayet-i Kerime

هُوَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِي الْأَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنزِلُ مِنَ السَّمَاء وَمَا يَعْرُجُ فِيهَا وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنتُمْ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ

O’dur ki gökleri ve yeri altı günde yaratıp sonra Arşına kuruldu. Yere gireni, yerden çıkanı, gökten ineni ve göğe yükseleni bilir. Hasılı siz nerede olursanız olun O, (ilmi ve kudreti ile) sizinle beraberdir. Allah bütün yaptıklarınızı görür (Hadid Suresi).

Önceki ayette Allah Teâlâ’nın her şeyi bildiği vurgusu yapılmıştı, bu ayette ise O’nun gökleri ve yeri altı günde yaratması, yerde ve gökte olanları bildiği ve insanların yaptığı her şeyi gördüğü bilgisine yer verilmiştir. “Nerede olursanız O sizinle beraberdir” ifadesi Allah Teâlâ’nın Rakîb ismine işaret etmektedir ki bu da ihsan şuurunu hatırlatır.

TEFSİR

خَلَقَ halaka, “yaratma” anlamındadır ve yaratma, bir şeyin temel maddelerini, materyalini, asli zerrelerini yoktan var etmek ve sonra da terkibini inşa etmektir. Allah Teâlâ kâinatı bütün varlığı ile “Kün/Ol!” emri ile yoktan yaratmış ve onu altı günde inşa etmiştir. Buradaki gün devir, dönem, aşama demektir ve altı gün bu aşamalarda hikmete bağlı tedricilik kanununa işaret eder.

Kur’an’da iki ayette; bilinmeyen mekanlarda dünya zamanı ölçüsü ile 1000 yıl (Secde; 32/5) ve 50.000 yıl süren (Meâric;70/4) günlerden bahsedilir. Demek zaman göreceli bir kavramdır ve yerkürenin, güneşin ve her bir gezegenin bir günü birbirinden farklıdır. Rüya âlemine ait gün ile ruh ve hayal âlemlerine ait günler de birbirinden farklıdır. Hatta maddî kâinatın hayatı bir günden ibaret olduğu gibi, ahiret hayatı da yine bir gündür ki, Kur’an’da ahiret hayatından bahsedilirken “bir gün” ifadesi kullanılır.[1]

Kâinatın altı günde yaratılması, Hadid suresinden başka; Araf, 7/54; Yunus, 10/3; Hûd, 11/7; Furkan, 25/59; Secde, 32/4; Kaf, 50/38 surelerinde de geçmektedir. Bu âyetlerde ‘kâinatın altı günde yaratılma’ hususu söz konusu edilirken gökler ve yer beraber zikredilir. Ancak Fussilet sûresi 9. âyette sadece “yeryüzü” ifadesi geçer ve yeryüzünün “iki günde yaratıldığı” ifade edilir. Sûrenin, 10. âyetinde ise yeryüzündeki dağlara ve rızıklara ait bir hususiyet olarak “dört evreden” bahsedilmektedir. 12. âyetinde sadece “gökyüzü” ifadesi geçer ve yedi kat göklerin “iki günde” yaratıldığı belirtilir. Buna göre kâinatın altı günde yaratılması ile dünyanın yaratılış ve şekillendirme zamanı arasında herhangi bir tezat yoktur. Çünkü yeryüzüne ait yaratılmalar, kendi içinde ayrıca izah edilmiştir. Ayrıca dünyanın zaman sistemi ile kâinatın zaman sistemi de bir olmadığından dünyanın altı evrede yaratılmış olması kâinatın yaratılma evreleri ile kıyaslanamaz bile.

Ayette geçen “sonra Arşına kuruldu” ifadesi ne anlama gelmektedir?

Çardak, taht, binanın tavanı veya bir şeyin ufku manalarına gelen arş; bütün gökleri ve yerleri kaplayan, bütün burçları kuşatan, maddî-manevi bütün kâinatla alâkalı ilâhî emir, irade ve Cenab-ı Hakk’ın dilemesinin ilk tecelli ve zuhur alanı olan ulvî bir âlemin unvanıdır. Bu yüce âleme “Arş” denildiği gibi onun karşılığı sayılan ve altı kabul edilen yer için de “ferş” ifadesi kullanılmıştır. Efendimiz (s.a.s.)’in beyanına göre yedi kat gökler ve yer Kürsi’ye[2] göre çölde bir yüzük halkası gibidir. Kürsi de Arş’a göre çöldeki bir yüzük halkası gibidir (Beyhaki, Esma ve’s-Sıfat, h. no:861, 862; Kenzu’l-Ummal, h. no:44158).

Arş, Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azametinin ilk tecelli ufku şeklinde tanımlanabilir. Bu yaklaşım sayesinde Allah Teâlâ için zaman ve mekân tahsisi yapılmamış olur.  عَلَى الْعَرْشِ ثُمَّ اسْتَوَى ifadesinde istiva fiili “kurulmak” olarak tercüme edilmektedir. Bu fiilin sözlük anlamında var olan düzenleme, eşitleme anlamlarına bakıldığında, bu aşamada kâinatın Rahman suresinde geçen mizan kanununa göre karar bulmuş sistemler halinde ikame edildiği anlaşılabilir. Rahman suresinde geçen “O her gün yeni bir iştedir, yaratmadadır” (55:29) ayetine göre de O’nun istivasına dair icraatlarının her an devam ettiği sonucuna varılabilir. 

Cenâb-ı Allah hakkında maddi benzetmeler veya yaklaşımlar O’nun birliğine, mukaddesiyet ve münezzehiyetine uygun olmalıdır. Bu açıdan Cenab-ı Hakk’ın yeryüzünde bir sultanın tahta kurulması gibi bir hali söz konusu olamaz. Kaldı ki bir sultan için dahi tahta çıkma, oturma gerçek anlamında kullanılırsa kelime daraltılmış olur. Burada mecaz anlam gerçek anlama tercih edilmiştir. İstiva fiilinin hakimiyet anlamına geldiği ulemanın büyük çoğunluğunun kabul ettiği bir yaklaşımdır ve Ehl-i Sünnet akidesi de bu düşünceye göre örgülenmiştir.

Ayrıca Arş’ın kıymeti, kendine ait ihtişamında değil de Cenâb-ı Hakk’ın azamet ve hâkimiyetinin birinci derecede tecellî alanı olmasındadır. Bu hakikat tam olarak idrak edilemese de Kur’an ve Sünnetin haber verdiği çerçevede onun mevcudiyet ve fonksiyonlarına inanmak gerekir. Zira mümin, imanı gereği Kur’an’ın haber vermesi ile bildiği şeylerin yanında bilmediği pek çok şeyin olabileceğini baştan kabullenmiştir.

Ayetin sonunda Cenab-ı Hak, “Yere gireni, yerden çıkanı, gökten ineni ve göğe yükseleni bilir. Hasılı siz nerede olursanız olun O, (ilmi ve kudreti ile) sizinle beraberdir. Allah bütün yaptıklarınızı görür” ifadesiyle insanı hem dış dünyada hem de kendi iç dünyasında gezdirerek mutlak hakimiyetini nazara vermektedir. İnsan, kazandığı her şeyde hissesi yüzde bir bile olmayan bir varlık olmasına rağmen, kazandığı şeyin tamamı üzerinde mutlak mülkiyet iddia eder. O halde, her şeyi yoktan var eden Allah Teâlâ, elbette yarattığı ve bütünüyle sahip bulunduğu her şey üzerinde mutlak mülkiyet ve otoriteye sahiptir.

Göğe yükselen, gökten inen hakikatine; yerde her an yapılan dualar, hamdler, şükürler, zikirler, ibadetlerin, sevapların; inkâr, isyan, şirk ve günahların Allah Teâlâ’ya arzı ve manevi görevler için yeryüzüne inen melekler açısından da bakılabilir. Beyt-i Makdis’in izdüşümü olan Kabe’de yer ve gök arasında hiç durmayan bir alışveriş olması konu için en somut misal olabilir.

 

YORUM

Astro-Fizik Açısından

Kur’an tarafından ifade edilen altı günün (evre) her bir aşamasında geçen zamanı şöyle hesaplamak mümkündür. Bu hesaplama, bir başka Kur’an ayetinde açıkça belirtilen bir ifadedeki süreye dayandırılabilir: “De ki, yeryüzünü iki günde yaratanı gerçekten inkâr mı ediyorsunuz?” (Fussilet, 9). Bu ayet yeryüzünün iki günde yaratıldığına işaret ederken, Hadid suresinin 4. ayeti göklerin ve yerin, yani tüm evrenin altı günde yaratıldığına işaret eder. Bu da dünyanın yaratılışının, evrenin yaratılış süresinin üçte biri kadar olduğu anlamına gelir.

Radyometrik yaş tayini metoduna göre dünyanın yaşının yaklaşık 4,6 milyar yıl olduğu tahmin edilmektedir. Kur’an dünyanın 2 günde yaratıldığını belirttiğine göre, yaratılışın 1 günü 4.6 / 2 = 2.3, yani 2,3 milyar yıl olarak hesaplanabilir. Şimdi, evrenin yaratılışı sürecinde geçen toplam süreyi basit bir işlemle hesaplayabiliriz: 2.3 (milyar yıl) x 6 (evre) = 13,8 milyar yıl. Bu işlem, modern astronomi tarafından önerilen tahmini evren yaşı ile bire bir örtüşmektedir. 

Kur’an-ı Kerim, Hazret-i Muhammed (s.a.s.)’e ve onun aracılığıyla tüm insanlığa indirilmiştir. Dolayısıyla evrenin ve dünyanın yaratılışının Big Bang’den insanların yaratılışına kadar olan bir sürede geçen zamanı ifade ettiğini varsaymak isabetli bir tahmin olacaktır. Bu da şu hesaplamaları desteklemektedir: Jeolojik veriler dünyanın yaşının 4,6 milyar yıl civarında olduğunu göstermektedir. Kur’an, dünyanın 4,6 milyar yıla eşit olan 2 günde (evrede) yaratıldığını vurguladığına göre, 4.6 x 3 = 13,8 milyar yılın altı evreye tekabül ettiğini göstermektedir. Neticede evrenin insanlar için yaşanabilir hale gelmesi için geçen süre budur. Yani ayetlerde bahsedilen 6 gün, her biri 2,3 milyar yıllık evreler olabilir.

Jeo-Fizik Açısından 

O’dur ki gökleri ve yeri altı günde yaratıp sonra Arşına kuruldu. Yere gireni, yerden çıkanı, gökten ineni ve göğe yükseleni bilir. Hasılı siz nerede olursanız olun O, ilmi ve kudreti ile sizinle beraberdir. Allah bütün yaptıklarınızı görür.”

Bu ayet, Enam Suresi 59. ayet, Ra’d Suresi 10. ayet ve Hud Suresi 5. ayette de ifade edildiği gibi, Allah Teâlâ’nın her şeyi hakkıyla bildiğine işaret eden ayetlerden biridir. Allah’ın her şeyi bilmesiyle ilgili bu kapsamdaki ifadeler, bir manada bazı filozofların iddia ettiği, Allah’ın sadece külli şeyleri bildiği ama cüzi şeyleri bilmediği gibi vehimden öteye geçemeyecek sapkın inançları reddetmektedir. Hiçbir şey Allah Teâlâ’nın bilgisinden hariç değildir. O’nun bilmesi bizim bilmemiz gibi olamaz, mukayese etmek dahi mümkün değildir. Allah’ın bir şeyi bilmesi, sadece o şeyin varlığından, özelliklerinden ve fonksiyonlarından haberdar olması gibi edilgen ve pasif bir konuma indirgenemez. Ayette Yüce Allah’ın kudreti yani her şeye güç yetireceği de vurgulanıyor ve nihayetinde, O’nun bütün yapılanları gördüğünden bahsederek bitiyor.

Dolayısıyla bu bilmenin ve görmenin ve dahi kudretinin neticesinde hoşnutluğu veya hoşnutsuzluğu ve buna göre bir mükâfat ve mücazatın olacağına da işaret ediliyor. Nasıl ki bir otorite, bir makam sahibi, idaresi altında işlenen iyi ve kötü şeylerden haberdar olduğunda sadece bunu bilmekle kalmaz, makamın kendisine verdiği yetki ve kudreti kullanarak takdir veya tekdir şeklinde tasarrufta bulunur. Aynen öyle de her şeyi bilen, gören ve herşeye güç yetiren Cenab-ı Hak da Zat’ına, Esma ve Sıfat-ı Subhaniye’sine muvafık şekilde ister dünya hayatındayken, isterse Hesap Günü’nde kullarının amellerine uygun olarak hesap görmektedir ve görecektir.

Bilinmeyen nice hazineler ve görünmeyen gayb âleminin anahtarları O’nun yanındadır (Maide 6:59). Onları Kendisinden başkası bilemez. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O’nun haberi olmadan bir tek yaprak bile düşmez. Yer altı tabakalarının karanlıkları içindeki tek bir tane, hasılı yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki açık, net bir kitapta bulunmasın.

Sizden sözünü gizleyenle, açıkça söyleyen, geceleyin gizlenenle gündüzün meydanda gezen O’nun bilmesi bakımından hep aynı durumdadır (Ra’d 30:10). Cenab-ı Allah onların içlerinde gizlediklerini de açığa vurduklarını da pek iyi bilir. Çünkü O bütün sinelerin kökünü, künhünü dahi bilir (Hud 11:5).

A. Yerden çıkanlar, göğe yükselenler: Yer deyince buna karalardaki ve denizlerdeki maddi ve manevi her şeyi dahil etmek gerekir. Manevi olarak insanların niyet, dua, niyaz ve tesbihleri ile şikâyet ve isyanları, salih ve şer amellerini Allah bilir, işitir ve görür ama bunları kaydeden ‘mutelakkiyan’ ve ‘kiramen kâtibin’ olarak tarif edilen melekler tarafından da bilinir ve bunlar günlük (Müslim, İman, 293), haftalık (Müslim, Birr, 36; Nevadiru’l-Usul, 2/260) ve yıllık (Müsned, 5/201; Nesai, Savm, 70) olarak Allah’a arz edilir.

Müsbet bilimler zaviyesinden bakıldığında fiziksel, kimyasal, jeolojik ve biyolojik süreçlerle çok sayıda maddenin yerden çıktığı, bunların bazılarının göğe yükseldiği bilinen bir gerçektir. Bunlara örnek olarak; petrol, doğal gaz, yeraltı suları (sıcak ve soğuk), madenler, endüstriyel hammaddeler, sulardan buharlaşma ve bitkilerden terleme yoluyla havaya karışan su buharı, volkanik patlama ve püskürmeler sonucunda havaya salınan su buharı ve diğer birtakım gazlar, tektonik hareketler neticesinde yerkabuğundan çıkan gazlar ile insan kaynaklı endüstriyel faaliyetler neticesinde ortaya çıkan bazı gazlar ve radyonüklitler sayılabilir.

B. Gökten inenlere örnek olarak manevi anlamda Cibril (a.s.) ve diğer meleklerin yeryüzüne inmesi, Cenab-ı Hakk’ın rahmet ve merhametinin ve dahi gazabının inmesinden bahsedilebilir.

Maddi anlamda ise, Güneş’ten gelen elektromanyetik radyasyon, yağmur, kar ve dolu olarak yeryüzüne inen su, endüstriyel faaliyetlerin kontrolsüz yapılması neticesinde havaya salınan klorlu, kükürtlü ve azotlu gazların atmosferde klorik asit, sülfürik asit ve nitrik asit gibi çok etkin asitlere dönüşüp asit yağmuru olarak yeryüzüne inip su döngüsüne ve toprağa karışması, yeryüzüne düşen meteorlar, havaya karışan radyonüklitlerin yağmur ve kar ile beraber yeryüzüne inmesi verilebilir.

Elementlerin radyoaktif formlarına radyonüklitler denir. Bazıları tabiatta doğal olarak meydana gelirken, diğerleri endüstriyel faaliyetler sonucunda ve nükleer reaksiyonların yan ürünleri olarak çevreye yayılır. Bunlara örnek olarak Amerikyum-241, Sezyum-137, Kobalt-60, İyot-131, Plutonyum-238, 239, 240, Radyum-226, 228, Stronsiyum-90, Teknetyum-99, Toryum 232, 230, 228, Trityum, Uranyum-238, 235, 234 verilebilir. İnsan faaliyetleri sonucunda ortaya çıkan radyonüklitler ve zehirli gazların havaya karışması ve sonrasında yeryüzüne yağış olarak inmesi ve daha sonra su ve besin döngüsüne karışması neticesinde, bunların başta insan sağlığı olmak üzere tabiat ve diğer canlılar için oluşturduğu potansiyel tehdit ve verdikleri zararlar bilinmektedir. 

Aynı zamanda tabiatta Allah’ın yerleştirmiş olduğu belli kanunlar ve bu kanunlara göre işleyen mekanizmalar (topraktaki minerallerin absorpsiyon, adsorpsiyon ve iyon değiştirme özellikleri sebebiyle toksik elementlerin ve ağır metallerin,  kirletici iyonların çevreye aynı oranda yayılmasını önlemesi, insan vücudundan dışkı yoluyla atılması gibi) sayesinde bu potansiyelin oluşturabileceği muhtemel zararın büyük bir kısmı tabii bir şekilde önlenmiş oluyor, biz de ancak belli bir kısmına maruz kalmış oluyoruz. Bunlar göz önüne alındığında akla iki farklı ayet daha geliyor.  

Birisi Rum Suresi 41. Ayet: ‘’Allah’ın buyruklarını umursamayan şu insanların kendi tercihleri ile yaptıkları işler yüzünden karada ve denizde (bütün dünyada) bozukluk ortaya çıktı, nizam bozuldu. Doğru yola ve isabetli tutuma dönme fırsatı vermek için, Allah, yaptıklarının bazı kötü neticelerini onlara tattırır.’’ Diğeri Şura Suresi 30. Ayet: ‘’Başınıza gelen her musîbet, işlediğiniz günahlar (ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir, hatta Allah günahlarınızın çoğunu da affeder.’’ Yani, Rum Suresi 41. ayetle ilgili olarak dünyevi hırslar sebebiyle Allah’ın buyruklarını umursamayan insanların kendi tercihleri ile yaptıkları işler yüzünden karada ve denizde (yani bütün dünyada) bozukluk ortaya çıkmaktadır. Bu bozukluğun yansımalarından olan ve doğal afetler olarak adlandırılan birçok felaketin perde arkasında, insanoğlunun kişisel ve kolektif olarak dünyevi hırslarının peşinden koşması, aklını ve iradesini yanlış ve ölçüsüz olarak kullanması neticesinde tabiattaki ahenkli işleyişi bozacak tasarruflarda bulunması yatmaktadır.

Diğer yandan, Şura Suresi 30. ayetten bizim anladığımız noktalardan birisi de şudur ki; insan eliyle tabiata ve özellikle canlılara yönelik zararlı faaliyetler yapılması neticesinde karşılaşılan felaketler, aslında olabilecek muhtemel felaketlerin çok az bir kısmını teşkil ediyor, büyük kısmı ise Yüce Allah’ın rahmeti ve korumasıyla zarara dönüşmeden devre dışı bırakılıyor (Bkz Rum Suresi 41. Ayet tefsiri).

 

Güneş Sistemi ve Yeryüzü

Güneş’in faydalı ve zararlı ışınları dünyaya kesintisiz olarak gelmektedir. Bu ışınlardan bir kısmı Van Allen Kuşakları ile geriye yansıtılmakta, bir kısmı Ozon tabakası tarafından süzülmekte, bir kısmı atmosferin diğer tabakaları tarafından soğurulmakta ve en nihayetinde bir kısmı da yeryüzüne ulaşmaktadır. Kur’an her devre hitap ettiğine göre bu ayetteki hakikatler günümüz insanına bu şekilde hitap etmektedir, denilebilir. 

Demir, nikel vb. ağır elementler dünyanın merkezinde toplanmıştır. Dünyanın manyetik alanı da bu katman etkisi ile oluşarak uzaya yayılmaktadır. Yeryüzü oluşumunda bu ağır maddeler çoğunlukla merkezde toplandığı için dünya oluştuktan sonra yerkabuğunda demir vb. elementler bulunmamaktadır. Bu elementler ve su dünyamıza meteorlar ve kuyruklu yıldızların çarpması ile gelmiştir. 

Su, karbon, azot, oksijen, fosfor, kükürt gibi maddelerin dünyada ekolojik döngüleri vardır. Örnek olarak su güneşin ısısı ile buharlaşarak atmosfere çıkar. Bulutlar ile taşınır daha sonra yağmur olarak denizlere ve yeryüzüne iner, yeryüzüne inen suların bir kısmı akarsulara karışır ve denizlere döner, bir kısmı ise yer altına inerek yeraltı sularını oluşturur bu sular da daha sonra yeraltı su yolları vasıtası ile deniz ve okyanuslara ulaşır. Bu arada su denizlerdeki canlıların bedenlerine girer ve çıkar. Karada yaşayan bitki ve hayvanlar ise suyu topraktan veya yüzey sularından elde ederler. Bu suyun bir kısmı da buharlaşarak atmosfere çıkar. Bu devri daim sürekli olarak devam eder. Karbon, azot, kükürt gibi maddeler de sürekli olarak yeryüzü ile gökyüzü arasında dolaşırlar. İnsanlar, bitkiler, hayvanlar ve bunların ölülerini çürüten canlılar madde döngülerinde rol almaktadır. Dolayısı ile her gün milyonlarca canlı toprağa girmekte ve topraktan çıkmaktadır.

Yeryüzünden volkanlar aracılığı ile karbonmonoksit, kükürtdioksit, erimiş lav içinde birçok maden sürekli açığa çıkar, bunların bir kısmı göğe yükselir. Aynı şekilde dünya kabuğundaki hareketlerden dolayı da bazı kara parçaları yer altına girerken bazı kara parçaları da yer üstüne çıkmaktadır. Aynı şekilde güneş ışığına bağlı olarak gelişen bitkilerin de hem yerin altına hem yerin üstüne doğru büyümeleri de bu kapsamda düşünülebilir. Gerçekte konu ile ilgili olarak misaller saymakla bitmez. Kur’an çok genel bir kaideyi söyleyip bilimsel detayları insanların zihinlerine havale eder.

Dilbilim Açısından 

هُوَ “O” zamiri

 “O” anlamındaki هُوَ (hüve) zamirinin yerini aldığı şahıs veya varlık bağlamdan belli olur. Ayette, “O’dur ki gökleri ve yeri altı günde yarattı” cümlesinde hüve zamirinin işaret ettiği fail (özne) çok nettir. Zira bu hüve zamiri ilk ayetteki “Allah” ismine işaret eder ve ilk ayetten buraya kadar yazılmış olan hüve’lerin toplandığı ve açıldığı merkez gibidir. O Aziz ve Hakimdir, O her şeye kâdirdir, O Evvel, Ahir, Zahir ve Batın’dır. O her şeyi hakkıyla bilir, denilerek gözle görülen ve görülmeyen bütün varlıkları yaratan bir özneye atıf yapılır. Bundan sonra “O öyle biridir ki” diye devam edilerek ilk yaratmaya ve sonrasına dair büyük bir faaliyet penceresi açılır. Buradan da yine “O” zamirine bağlı olarak herkesin anlayışına, bilgisine, derinliğine göre kendisinde yaratma gücü vehmedilen bütün varlıkların, sebeplerin, kanunların üzerinde bir uluhiyet tasavvuru meydana gelir.

Ayet “O vardı ve hiçbir şey yoktu” mesajı ile başlıyor. Ardından yaratma fiili ile kozmik bir sahne açılıyor. Sonra arş hakikatine, yeryüzü ve gökyüzüne bağlı olaylara ve nihayet insana geliniyor. Akışa tersinden bakılacak olursa; her biri birer sanat eseri olan insan, dünya, gökyüzü, kâinat zikrediliyor ve nihayet bütün bunların ötesinde sanatkâr ve yaratıcı olarak başka bir şey değil sadece O görülüyor.

“Her nerede olursanız, O sizinle beraberdir” ifadesinde bir yakınlık vurgusu vardır. Yakınlık için Allah ismi değil de hüve zamirinin kullanılması ile hem ifadeye letafet katılmış hem “O size şah damarınızdan daha yakındır” hakikatine bir pencere açılmış hem de her nefes alışverişte O’na olan ihtiyaç gösterilmiştir denilebilir. Ayrıca O’nun yakınlığı insanın ihtiyacına göre değişik isimlerin tecellileri ile hissedilebilir. Mesela O; hasta için Şafi, her canlı için Rezzak, dua eden için Mucîb’dir. Yine O’nun yakınlığı, bulunulan konuma göre de farklı isimleri akla getirir. Mesela, doktorlar için Tabîb, adalet ehli için el-Hakîm, Ahkem’ül Hâkimîn, sanatkârlar için Sânî, el-Musavvir gibi. 



[1] Ali Ünal, “Allah Kelâmı Kur’ân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meali”, Define Yay. İst. 2006, s.1036

[2] Kürsi, Kur’an’da yer aldığı iki âyetin birinde Allah’a nispet edilmiş ve O’nun kürsüsünün göklerle yeri kuşattığı belirtilmiştir (Bakara 2:255). Bu âyete Âyet el-Kürsi denilmiştir. Diğerinde ise Hz. Süleyman (a.s.)’ın tahtını ifade etmektedir (Sad 38:34). Kürsi, ilâhî saltanatı, hâkimiyeti, yücelik ve büyüklüğü tasvir eden bir kavramdır, maddî bir varlığa karşılık gelmez. Gayb âlemine ait bir kavram olup gerçek manasını bilmek imkânsızdır, varlığına inanarak mahiyetini ilâhî ilme havale etmek en uygun yoldur. 

Author: IWW Institut - min read. - Post Date: 18/04/2024
0